Tainted Grail: The Fall of Avalon - İnceleme

Kamelot yasalarına göre ekmeğini taştan çıkartan kral olabiliyor mu acaba?

“Bitmek bilmeyen savaşların, çok uzun yıllar süren bir hükmün ardından kralların kralı Arthur Pendragon’ın nihayet huzur içinde dinlenme vakti geldi…”

…mi acaba? Yo dostum, yo! Koskoca Avalon ve Kamelot savaşla yoğrulurken, Wyrdness adındaki gizemli ve dehşet verici doğaüstü güç kapıdayken, üzerine bir de Red Death adındaki bir veba herkesi kırıp geçirirken dinlenmeye vakit mi kalır? Yatacak yerin yok vallahi Arthur! Kalk hadi, çünkü önümüzdeki çok iş ve bir dolu macera var!

Kadayıf Parşömenler 6’ya gerek kalmadı mı o zaman?

Şimdi böyle afili benzetmelerle lafı dolandırabilirim de aslında ama hiç öyle yapasım yok. Klişenin dibi de olsa bir o kadar da net bir tanım var çünkü size oyunun ne olduğunu anlatacak: Herhangi bir The Elder Scrolls oyununu alıyorsunuz… Mesela örnek için Skyrim’i ele alalım, içerisine böyle King Arthur mitosunu bolca atıyorsunuz. Sonra katran karası olana kadar karıştırıyorsunuz. (Çünkü karanlık fantezi ya!) Direkt aklınızda ne gibi bir imaj canlandıysa Tainted Grail: The Fall of Avalon’un onun ta kendisi işte!

Oyuna hapishanede tutuklu olarak başlamaya ve daha pahalı olan “Supporter Edition” sürümüne at zırhı DLC’si eklemeye kadar nereden esinlendiğini de hiç gizlemiyor zaten Tainted Grail. Hoş, böyle “Tainted Grail” deyince de mevzu karışıyor, o yüzden bundan sonra The Fall of Avalon desem daha doğru olacak herhalde.

Neyse, ne diyordum? The Fall of Avalon, birinci şahıs kamerasından oynadığımız bir açık dünya RYO işte. Esinlendiği malum serideki gibi esnek ve ne yöne çekseniz giden bir karakter yapısı kullanıyor; haliyle de yaptığınız her aksiyonun o yetenekleri daha çok geliştirdiği bir karakter gelişim sistemi var. Yani tek elli kılıç kullanıyorsanız One-Handed yeteneğiniz artıyor bir süre sonra. Ya da sürekli depar atarak gidiyorsanız Athletics’iniz, tavşan gibi hoplayıp zıplıyorsanız Agility’niz güçleniyor; git gide daha iyi hale geldiğiniz söz konusu atraksiyonlara bonus kazanıp o işte uzmanlaşıyorsunuz. Ama bu demek değil ki düz duvara doğru koşarken bir yandan internette sörf yapıp 48. seviye olabileceksiniz. The Fall of Avalon zaman zaman 2010’ların başından kopup gelmiş izlenimi verse de The Elder Scrolls’un bozuk ve çalışmayan bazı sistemlerini de elden geçirmiş, modernize etmiş bir yandan. Ama keşke sadece TES serisine değil de aynı kesişim kümesinde bulunan benzer oyunlara da bir baksalarmış diye iç çektim biraz. Zira sene başında oynadığım ve The Fall of Avalon’u tecrübe ettikten sonra bu türe getirdiği şeyleri daha da bir takdir ederek bolca andığım Avowed, şu an çokça gömlek üstünde kalıyor oynanış olarak. Yani tamam, belki de zıplama yeteneğimiz gelişiyor denerken ama aynı dağa doğru 5 dakika boyunca zıplamak ve o köşedeki iki piksellik açıya denk gelmeye çalışmak da sıkıcı artık günümüzde. Tutup çek işte kendini yukarı arkadaşım! “Nostaljik işte” diye kendinizi avutup sineye çekebilecekseniz çok da sorun olmayabilir gerçi bu kısmı. Sonuçta Oblivion Remaster’ın da hâlâ popüler olabildiğini gördük 2006 model oynanışına rağmen. Ama ben bu kısımlarında da birazcık modern dokunuşlar beklerdim, ondan bahsetmeden geçmek de istemedim.

“Bir elimle ateş topu atarken öteki elimdeki kılıçla da düşmanın hamlesini blokluy---“ Aaaa déjà vu!

Hangi silahı kullandığınız ve karakteri ne yönde geliştirdiğiniz de yine sınıflarla değil, tamamen neyi kullandığınıza bağlı olarak şekilleniyor tahmin edeceğiniz üzere. Ben ağırlıkla çift kılıç kullandım ve yetenek ağacımda da rakibi sersemletme üzerine yoğunlaştığımdan iki silahımla birden rakibin kafasına çötank diye vurup onu bayıltan, sonra kuşbaşı döner yapmaya odaklanan bir karakter yaptım. Güzel de iş yaptı, pek zorlandığımı söyleyemem en yüksek zorlukta oynamış olmama rağmen. Siz tabii yine isterseniz zamansız birer klasik olan “gizlilik kasan okçu” ya da “bir elde kılınç bir elde büyü” tarzlarında falan da oynayabilirsiniz; oyun hepsine fazlasıyla imkân veriyor.

The Fall of Avalon aksiyon açısından da yine Skyrim’den bir tık ileride, Avowed’ınsa bir hayli gerisinde kaldığını hissettirdi bana. Mesela oynayış tarzı itibariyle “parry” atmaktan keyif aldığımdan karakteri de bu yönde kurarım diye düşünmüştüm ama ihtiyacım olmadı doğrusu pek. Düşmanı hafifçe peşinize takıp sizi kovalamasını sağlarsanız herkesi vur-kaç yaparak harcamak fazlasıyla kolay zira. O yüzden parry atmaktan çok “evade” atmaya gitti elim genellikle. Bundan bir beş sene önce falan çıkmış olsa muhtemelen daha kıymetli olurdu ama tam da Avowed’la birkaç ay arayla çıkış yaptığından ister istemez kıyasa maruz kalıyor ve “Ee, daha iyisi var ki bunun”? dedirtiyor.

Oyunun görsel dilindeyse farklı ilham kaynakları var. Açıkçası Arthur’un zebellah gibi olan zırhı ve ortamların bol kurukafalı süslemeleri yer yer Warhammer’ı çağrıştırdı bana. Bazı mekanlarda (özellikle de ilk başta Arthur’un ruhuyla konuştuğumuz kabir kısmında) H.R. Giger’ı da andım bolca. Zaman zaman mekanlar ve hikâyenin Lovecraft-vari bir havaya büründüğü bile oldu doğrusu. Bu açıdan “her şeyden biraz biraz” almak suretiyle aslında kendine has, ilginç bir görsel dil de geliştirmiş diyebiliriz.

Hikâyeye gelecek olursam, yazının başında da ufaktan değindiğim üzere Kral Arthur’un Avalon’u fethedip efsanesini yazmasının üzerinden neredeyse yarım milenyum geçmiş. Bir yandan kökeni fazlasıyla şaibeli Wyrdness denilen doğaüstü güç millete kök söktürürken bir yandan da bizim de oyunun başında mustarip olduğumuz Red Death vebası söz konusu. Tüm bu tımarhanenin ortasında özgürlüğümüze kavuşmaya çabalarken kendimizi bir anda Kral Arthur’un ruhuyla aynı bedeni paylaşırken bulunca da 600 yıllık döngüyü iyi ya da kötü nihayete ulaştırma sorumluluğu da bir anda omuzlarımıza yükleniveriyor. Bu açıdan hikâye ve işlenişi nispeten ilginç aslında. İlk başta çok standart bir kara fantezi hikâyesi gibi gelmişti ama sonradan “Dur bakalım, bu mevzuyu nereye bağlayacaklar” diye diye oynamaya devam ettiğimi fark ettim; demek ki o merak duygumu gıdıklamayı başarmış oyun. Özellikle geçmişe dair bazı ipuçlarını yan görevlere, çeşitli keşiflere ve hatta Arthur’la yapacağımız kamp başı sohbetlerine taşımış olmaları çok hoşuma gitti. Böylece gerçekten hikâyedeki bütün resmi görmek istiyorsanız sizi opsiyonel şeyleri de yapmaya itiyor oyun -ki The Elder Scrolls serisinin bana göre en büyük sorunlarından birinin de “Ya kim takar hikâyeyi, dağ tepe geziyoruz işte misler gibi…” olduğu düşünülürse çapı bu kadar geniş bir oyunda hikâyesini umursatmayı başarmak ayrı bir takdiri hak ediyor derim.

Öte yandan, özellikle de Act 2 sonları ve de Act 3’ün geneli itibariyle biraz “Yeni bir bölgeye geçtik ve şimdi aynı şeyleri burada da tekrar edeceğiz” hissiyatı biraz yakama yapıştı. Ana görev odaklı giderseniz belki çok problem değil ama bilhassa da şehirlerde konuşulacak onlarca karakter var -ki çoğu size öyle ya da böyle önemli bir şeyler söyleyip, hikâyenin seyrine temas edecek bir görev verebildiğinden çok pas geçesiniz de gelmiyor mevzuya kendinizi kaptırdıysanız. Bir de oyunun karanlık ve kasvetli ortamından mıdır nedir, hangi görevin altını çevirip baksanız böcek yuvasıyla karşılaşma riski de pek yüksek. (Yazar burada dümdüz “oyun çok buglı” dememek için takla atıyor) Böyle tam kendinizi hikâyeye kaptırıp yan görevi de yapayım, şunu da bitireyim diye heves ettiğiniz noktada saçma bir hata yüzünden belli karakterlerle etkileşiminiz falan tıkanabiliyor -ki oyunun seçimler ve sonuçları konusunda da çok katı olduğu düşünülürse bu da hatalara olan tahammül seviyenizi ciddi şekilde düşürüyor.

Seçme ve seçilme hakkı

Seçimlerin ciddiyeti demişken… Bu konuda gerçekten de oyun gözünüzün en ufak yaşına bakmıyor, uyarmış olayım. Bir karaktere ters gittiniz mi, bir daha dönüp yüzünüze bile bakmayabiliyor mesela. Ya da çok kızdırdıysanız üzerinizdeki ekipmanın cakasına bakmadan direkt saldırabiliyor. Ve bu karakterler oyundaki bazı önemli, büyük görevlere açılan kapı da olabiliyorlar. “Aman bu karakter önemli, şimdi ters düşürmeyelim oyuncuyla!” gibi bir derdi yok yani The Fall of Avalon’un. Haliyle eğer ne dediğinize, nasıl davrandığınıza dikkat etmezseniz pat diye bir anda kendinizi koca bir görev dizisinden mahrum kalmış bulabiliyorsunuz. Ya da mesela görevin sizden neyi istediğine çok dikkat etmezseniz görev yarım yamalak gerçekleşebiliyor ve bu sonraki görevleri de etkileyebiliyor. Görevini yaptığım halde aradan vakit geçtiğinde geri kontrol etmeyi unuttum diye bir karakterin “Ben gelmem, siz takılın” dediği oldu mesela çok önemli bir noktada. Çok önceki bir kayıt dosyama dönmem gerekti bu yüzden; aman siz dikkat edin de vaktiniz heba olmasın! (Ve bol bol farklı kayıt dosyası açın!)

Bu tarz oyunların alameti farikası haline geldiği üzere açık dünyada at koştururken (Evet, oyunda at da var. Ama kullanımı o kadar zor ve kötü ki, “Koşarak giderim daha iyi” dedim bütün oyun boyunca.) tonla yan aktiviteye de dalabiliyoruz. Kendi zırh ve silahlarımızı imal ettiğimiz Handycraft, iksirlerimizi hazırladığımız Alchemy, iyileştirme ve ufak tefek bonuslar veren yiyecekleri pişirdiğimiz Cooking tastamam yerinde hep. Ama açıkçası bu sistemlerin varlığı yokluğundan iyi olsa da, çok derin olmadıklarını da söylemek zorundayım. Önceden hazırlanmış bazı tarifleri harfiyen uygulamak dışına pek çıkamıyorsunuz. Bir tek Cooking tarif olmadan deney yapmanıza izin veriyor, onda da genellikle en çok sağlığı verecek yiyecek için elinizde ne malzeme varsa ondan basıp geçiyorsunuz genellikle. Ha bu arada, bir de Fishing, yani balık tutmaca var; az daha unutuyordum. Daha doğrusu unutmuyordum da, yapımcıların son anda oyunun balık tutma başarımı için gereken balık sayısını arttırmasından dolayı hâlâ çok kızgınım, o yüzden kendimi tutmaya çalışıyordum. Balık demeyin bana bir süre, gözünüzü seveyim…

Bütün iyi yanlarına ve size taktığı kancalara rağmen Tainted Grail: The Fall of Avalon’un en büyük problemlerinden birisi 2025 yılına ait değil de, 2010’lu yıllara bir ait oyun gibi hissettiriyor olması sanırım. Görsellik göz kanatmasa da günümüz standartlarının yanına dahi yaklaşamıyor, oyunu ıkayan ve illaki karşınıza çıkacak hatalar gırla gidiyor, cilası fazlasıyla eksik, kimi mekanikler tam yerine oturmamış hissiyatı veriyor… Ama bütün bunlara rağmen “The Elder Scrolls VI’yı beklemekten ömrüm çürüdü, bana o geniş açık dünya havasını verecek bir oyun lazım acilen!“ diyorsanız… Avalon elbette size kucak açacaktır. Benim de nereden baksanız bir 80 saatimi yedi sonuçta bütün şikayetlerime rağmen. Geceleri kamp kurmadan önce ateşe ethereal cobweb atmayı unutmayın, yeter.

♦ İnceleme puanlarımız ne anlama geliyor?

SON KARAR

Karanlık fanteziye doyup kendinizi açık dünyada kaybetmek istiyorsanız hiç de fena bir oyun değil Tainted Grail: The Fall of Avalon. Ama fazlasıyla pürüzlü, ham ve zaman zaman 10 sene öncesinin anlayışına sahip bir oyun olduğunu da kabullenebilirseniz tabii…


Tainted Grail: The Fall of Avalon
İyi
7.5
Artılar
  • Kamelot ve Avalon’u ilginç bir şekilde ele alan karanlık senaryo
  • Müzikler
  • Seçimler ve sonuçları konusunda şakası yok
  • Daha da iyi olabilecek potansiyeli içeriyor
Eksiler
  • Cilası çok eksik, hatalar gırla…
  • Hem görsellik hem de mekanik anlayış olarak 10 sene öncesine ait gibi duruyor
  • Sonlara doğru kendini biraz fazla tekrar ettiğinden yormaya başlıyor
  • İmalat kısmı yeterince derin değil
YORUMLAR
Parolamı Unuttum