Zoom - Superman

Tam kırmızı dondan şikâyet edeceğim, bir deja vu geliyor

Man of Steel’in Nolan Batman’i gazıyla sinema salonlarına insanları doldurup, Superman’i bir aile ferdi gibi seven fanatik kitlenin çıldırmalarıyla salonlardan çıkarmasının üzerinden 11,5 sene geçti. Bu süreçte BvS ve Justice League ile Zack Snyder’ın kendi vizyonuyla yeniden yaratmaya çalışıp feci şekilde başarısız olduğu donuk bir Superman miti gördük. Injustice, The Boys ve Invincible’ın farklı şekillerde ele alarak genel kitleyi karakterin umut dolu ve naif hallerinden uzaklara çektiği kötü Superman tiplemelerinin popülerleşmesine şahit olduk. Homelander kitlelerin ağzına sakız olmuş, espriyi anlamayan bir kesim sağcı tarafından bir kahraman gibi benimsenmişken, yapı sökümü olduğu karakterin popüler kültürde kendine yer bulamadığı garip bir dönemlerden geçtik. Bu dönemlerin bitmesine dair tek umut da James Gunn Superman’inin hem özüne sadık hem de başarılı bir uyarlama olması elbette. Şansının ne kadar yüksek olduğunu da yeni çıkan fragmanın huzurunda beraber irdeleyelim.

Fragman, Çelik Adam’ın karın soğuğun ortasında, tabiri caizse ağzı burnu yer değiştirmiş bir şekilde yatışıyla açılıyor. İkonik John Williams temasının bambaşka bir versiyonu başlıyor ve Superman ıslık çalıyor. Islığın getirdiği de Snyder filmlerinde asla göremediğimiz, görsek de kesin Alman kurdu falan olacak tatlı mı tatlı süper köpek Krypto oluyor. Zaten Gunn burada Snyder portresiyle arasına uzun bir mesafe koyup, tema müziğiyle de Richard Donner filmlerine yanlayarak çifte kavrulmuş fan servisini yapıyor. Megaloman bir Luthor (Nicholas Hoult) ve saçları aslına uygun şekilde berbat kesilmiş bir Guy Gardner (Nathan Fillion) ve çizgi roman panellerinden fırlamış bir Mr. Terrific bu ilk salvoyu takip edip bu kadarıyla pek çok hayranı tavlıyor. Ancak bana sorarsanız, tav olmamak lazım.

Birincisi, ham halini gördüğümüz ve “Film içinde daha güzel gözükür herhalde” diye umduğumuz kostüm bence hâlâ pek güzel gözükmüyor. Ben kırmızı donu sevmeyen ve onun filmlere taşınmaması gereken gereksiz bir nostalji olduğunu düşünenlerdenim ama bunu geçelim; boyu Henry Cavill’den daha bile uzun olan koskoca David Corenswet, bu gereksiz kalın hatlı detaylara sahip kostümün içinde, olduğundan ufak gözüküyor. Bunu nasıl başarmışlar benim pek aklım almadı açıkçası ama ilk mızmızlanmamı aradan bu şekilde çıkarmış olayım.

İkincisi, sanki filmin tonu tam oturmamış gibi. Ton, Superman’i uyarlarken tutturmak gereken en önemli şey çünkü Superman 1938’den bugüne gelmiş olmasının izlerini taşıyor, taşıması da lazım. Bu yüzden ucuz yönlerini kucaklayarak, çağdaşlaştırma adı altında kesip atmayarak uyarlamak gerekiyor. Batman’i gerçekçi yapmak mümkünken realizm Superman için bir ölüm fermanı. Fragmanda gördüğümüz karakterler ve olaylar klasik yönde ilerlerken, sanki filmin renk paleti tersi istikamette. Kırmızı donu tutup çizgi romandan aynen alan James Gunn, gerektiği kadar canlı renkler kullanmaya yerinmiş gibi. Sonuç olarak bence fragman, Zack Snyder filmleri gibi karanlık olmasa bile fazla soğuk renklere sahip. Bu da filmin kucaklamaya çalıştığı o naif ucuzluğu (çirkin kostümle de birleşince) yer yer düşük bütçeli TV dizilerinden çıkma gibi gösteriyor.

Üçüncüsü de bu filme özel olmayıp James Gunn sebepli genel bir temkin sebebi. James Gunn çizgi romanlardan detaylar alıp, alakasız şekillerde kullanıp kenara fırlatıp atmayı seven bir yönetmen. Evet, çizgi romanları seviyor ve onlardan doğru bir mantaliteyle besleniyor, ortaya çıkardığı eserler de kitleler tarafından kabul gören yorumlar haline geliyor ancak kaynak materyalden aldığı pek çok şeyi de potansiyelinin epey altında kullanıyor. Eskiden çok daha fazla sevdiğim James Gunn konusunda benim en çok gözümü açan şey, Guardians of the Galaxy’nin oyununu oynamak oldu. Evet, Eidos Montreal yazarları anlatılarını Gunn’ın GotG yorumu üzerine inşa etmişlerdi ancak Marvel’ın kozmik mitolojisini o yoruma öyle iyi ve anlamlı yedirmişlerdi ki ben yıllar sonra nihayet gelebilen üçüncü filmden keyif alamadım. Daha iyisini, daha epiğini oyun bana vermişti çünkü, kesmedi. Gunn’ın çizgi romandan bir şeyleri alıp, potansiyelinin altında kullanıp kenara atma huyunu devam ettirdiğine dair bir işaret de fragmanda var: Ultraman. Ultraman’in filmde yer aldığı resmi ağızdan onaylanmış değil ancak göğsündeki amblem falan da tastamam olduğu için dedikodunun yalanlanması düşük ihtimal. Şimdi, çizgi romanlarda Ultraman, Superman’in kötü paralel evren versiyonu. Justice League’in kötü paralel evren versiyonu olan Crime Syndicate’ın başı. Superman’i kan revan içerisinde bırakan kişi muhtemelen kendisi ki Ultraman’in yeni DC evreninin daha ikinci yapımından mevzuya giriş yapması akıllara iki olasılık getiriyor. Birincisi, daha destur bismillah demeden çoklu evren mevzularına bodoslama girecekleri -ki Marvel 12. senesinde girdiği halde yüzüne gözüne bulaştırdı. Bu topa girmezler bence ama tahtaya vuralım. İkincisi ve karakteri siyah kostümlü, maskeli gördüğümüz için daha olası olanı, Ultraman’in klon olması. The Boys’u çizgi romanlardan bilenler bunun neye gönderme olacağını zaten anında anladı ve onları bilmem ama bana surat ekşittiren bir detay bu. Sırf o kendini zeki hissetsin diye daha ilk filmden Ultraman’i bu şekilde evrene sokup rezil etmeye gerek yok ama anlat James Gunn’a bunu anlatabilirsen tabii. Bizarro çıkma şansı da var ama her halükârda karakter, tam da James Gunn harcayacağı şekilde harcanıyor.

Günün sonunda James Gunn’ın filminden Zack Snyder’ınkilerin aksine illaki bir şeyleri beğenerek çıkacağıma eminim. Karakteri yürekten sevenler olarak düzgün bir Superman filmi izleyelim, her yeni sezon ot gibi etrafı bürüyen “Homelander Superman’den iyi karakter rererö” tayfası biraz sussun istiyorum. James Gunn’ın sonra sonra The Authority ile “What’s So Funny About Truth, Justice and the American Way?” filmi yapacağını tahmin ediyor ve buna heyecanlanıyorum. Lakin bu film ağzımda kekremsi bir tat bırakacak gibi.

Yönetmen: James Gunn
Oyuncular: David Corenswet, Rachel Brosnahan, Nicholas Hoult, Milly Alcock, Nathan Fillion
Vizyon Tarihi: 11 Temmuz 2025

YORUMLAR

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

"Kaç gecenin çölüdür bu ayrılık?"

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

Temalı oyunlar serimizde bu sefer de bizleri ayrılığın ve sevilen birini kaybetmenin acısıyla yüzleştiren oyunlardan bir gruba yer verelim dedik. Biraz hüzünlü bir liste olabilir. Ama zaten hayat da öyle değil mi? Gülmek kadar ağlamak da, sevinmek kadar üzülmek de hayatın parçası. Şairin dediği gibi “Ayrılıklar da sevdaya dahil”.

> Ekmek Bulamıyorlarsa Pasta Yesinler – Fransız Devrimi Temalı Oyunlar

Kayıplardan söz edildiğinde akla gelebilecek konulardan birisi “Yasın Evreleri” oluyor haliyle. Psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross, “Yasın Beş Aşaması” ile ilgili çalışmasını 1969 yılında yayınlamıştı. Kübler-Ross, bu çalışmasında ölümcül hastalıklarla karşı karşıya kalan hastaların bu durumla yüzleşme süreçlerini ele alıyordu. Fakat sonraki yıllarda bu yaklaşım sevilen birini kaybetmenin veya ayrılıkların analizinde de kullanılmaya başlandı.

Kübler-Ross; ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen hastaların ilk olarak durumu inkâr yoluna gittiklerini, “Bu benim başıma gelmiş olmaz” şeklinde tepkiler verdiklerini söylüyor. Bunun ardından öfke aşamasına geçiliyor ve “Neden ben?” sorusu sorulmaya başlanıyor. Bir sonraki aşama olan pazarlık aşamasındaysa ölümü geciktirme çabaları ön plana çıkıyor. Sonra sahip olunan her şeyi kaybedeceği fikriyle depresyona giriyor bu kişler. Son aşama ise, kabullenme aşaması.

Özetle “İnkâr-Öfke-Pazarlık-Depresyon-Kabul” şeklinde özetlenebilecek bir süreç bu. Hepimizin hayatında böyle dönemler olmuştur veya olacaktır.

Bakalım ayrılıklar ve kayıplar, oyunlarda nasıl çıkmış karşımıza. Buyurun listemize hep beraber göz atalım. Ekleyeceğiniz oyunlar olursa da her zaman olduğu gibi yorumlarınızı bekleriz.

Arise: A Simple Story

Listenin ilk oyunu Arise: A Simple Story. Adının içinde “basit bir hikâye” ifadesinin geçmesi çok da aldatmasın henüz oynamamış olanları. Evet, basit bir oynanışı var, öyle aman aman şeyler yapmıyorsunuz bu oyunda. Bir miktar zaman manipülasyonu vs. Öte yandan tam anlamıyla kalbe işleyebilecek oyunlardan. Ömrünün son demlerindeki kahramanımız, geçmişe bir yolculuk yapıyor. Farklı mekanları ziyaret edip yıllar önce kaybettiğiniz sevdiceğinizle anılarınızı canlandırıyorsunuz. İçinde aşk, ayrılık, acı, kabullenme olan bir yolculuk bu. Tam da yukarıda bahsettiğimiz yasın 5 evresinden sonuncu aşamaya, kabullenme aşamasına karşılık gelen bir oyun olduğunu söylemek mümkün. En azından ben böyle yorumlamıştım oynadığımda. Siz de bu hikâyeye bir şans verin derim.

Last Day of June

Yine yüreklere dokunacak bir hikayeyle karşı karşıyayız. Yapımcısı “sevgi ve kaybetmeye dair etkileşimli bir öykü” olarak tanımlamış Last Day of June’u -ki herhalde en iyi böyle özetlenebilirdi.

Carl ve June’un çıktıkları bir yolculuk ve bunun sonunda yaşanan trajik bir olay konu ediliyor oyunda. Kahramanımızın Carl’ın biricik sevdiceği June ile son gününü tekrar yaşıyoruz. Gün içinde yaşanan olayları aşama aşama tekrar ediyor, farklı şeyler yapıp günün finalini değiştirmeye çalışıyoruz. Tahmin edilebileceği gibi bizleri duygusal bir final bekliyor.

Oyuna dair hoş bir detayı da bir kez daha paylaşmış olayım. Ovosonico'nun kurucusu ve CEO'su Massimo Guarini, oyunu Steven Wilson'ın 'Drive Home' isimli şarkısından esinlenerek tasarlamış -ki Wilson da oyuna katkı sunan isimler arasında yer alıyor. Şarkının klibini izlerseniz, nasıl bir esinlenmeden söz edildiğini daha iyi anlayabilirsiniz.

Brothers: A Tale of Two Sons

Josef Fares, özellikle TGA törenlerindeki coşkulu halleriyle hafızalarda yer etmiş olabilir ama onu esas önemli kılan bizlere sunduğu güzel oyunlar hiç şüphesiz. Birlikte olmak ve birlikte oynamak ile ilgili gayet güzel örnekler sundu bizlere. Brothers: A Tale of Two Sons da bu oyunların ilkiydi diyebiliriz.

Adından da anlaşıldığı üzere iki kardeşin hikayesini anlatıyor bu oyun. Oyunun hemen başında annelerini kaybeden kardeşler, babalarının ağır bir hastalığa yakalanması sonrasında, onu kurtarabilecek “Yaşam Suyu”nu bulmak üzere bir maceraya atılıyorlar. Bu da onları çok farklı coğrafyalara götürüyor, birlikte zorlu engelleri aşıyor, babalarını kurtarabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Brothers: A Tale of Two Sons, güzel bir platform-macera oyunu. Aynı anda 2 kardeşi yönetmek, bulmacaları el birliğiyle çözmek keyif veriyor. Bunun üzerine bir de duygu yüklü, etkileyici bir hikâye eklendiğinde ortaya akıllarda yer edebilecek bir oyun çıkıyor işte. İster 2013 yılında çıkan orijinal oyunu oynayın ister yenilenmiş versiyonunu, yaşattığı his aynı olacak, emin olabilirsiniz.

Hellblade: Senua’s Sacrifice

Sıra listenin esaslı isimlerinden birisine geldi. Hazır devam oyunu da gelmişken, bir vesileyle ilk oyunu bir kez daha anmadan duramadım.

Hellblade: Senua’s Sacrifice, benim için yeri çok ayrı olan oyunlardan. Evet, eleştirilebilecek birçok şey bulabilirsiniz bu oyuna dair. Kimileri oynanış kısmını zayıf bulabilir, kimileri hikâye anlatımını eleştirebilir. Ama bu durum, Hellblade’in en sevdiğim oyunlar arasında yer aldığı gerçeğini değiştirmeyecek. Bu kısmı “Hellblade: Senua’s Sacrifice’ı Neden Çok Sevdim?” yazısına bırakıyor ve kendisinin bu listede bulunma nedenine geçiyorum müsaadenizle :)

Hellblade, Senua adlı bir Kelt kızının yaşadığı büyük bir kaybın ve bu kayıp sonrasında çıktığı yolculuğun hikayesi. Sevdiği adam, bir Viking baskınında öldürülmüş. Senua da intikam peşine düşmüş durumda. Ama biraz eşelediğimizde aslında bunun salt bir intikam yolculuğu olmadığını görüyoruz. Senua’nın psikozuyla yoğrulan bu hikâyede, tam da yasın evrelerine denk düşecek şekilde, inkarın, öfkenin, pazarlığın, depresyonun ve de kabullenmenin izlerini görmemiz mümkün.

Yeri geliyor Dillion’ı kaybettiğine inanmıyor, yeri geliyor onu öldüren Vikinglere karşı muazzam bir öfkeyle dolup taştığını görüyoruz. Tanrılara yakarıyor, Dillion’ı ölümden geri döndürmeye çalışıyor. Kabilesinde Dillion hariç kimsenin kendisini anlamadığını, olduğu gibi kabullenmediğini hatırlayarak hayal kırıklığı yaşıyor, üzülüyor, depresyona giriyor. En sonunda o dağın zirvesine vardığında artık başka bir Senua olduğunu görüyor, geçmişiyle barışıp yeni bir yolculuğa yelken açtığına şahitlik ediyoruz.

Hellblade’i bir de böyle okumak mümkün değil mi, ne dersiniz?

GRIS

Listeyi, beni en çok etkileyen ve yasın evrelerini de en güzel yansıtan oyunlardan birisi olduğunu söyleyebileceğim Gris ile noktalamak istedim.

Gris’i ne kadar beğendiğimi incelemesinde anlatmıştım aslında. O da yetmemiş, sonrasında “Neden Çok Sevdim?” köşemizde misafir etmiştim kendisini. Dolayısıyla, bu oyuna dair düşüncelerimi şimdi uzun uzun tekrar edip sizleri de sıkmak istemem. Dileyenler gidip oralardan okuyabilirler neden bu oyuna bu kadar hayran olduğumu.

Burada bulunmasının nedeniyse kendisini giriş kısmında elimden geldiğince özetlemeye çalıştığım “Yasın Evreleri” kavramının vücut bulduğu, ete-kemiğe büründüğü bir oyun olarak görmem.

Kahramanımız Gris, oyunun hemen başında büyük bir acı / kayıp yaşıyor ve sesini kaybediyor. Sesiyle birlikte rengini de kaybediyor, dünyası siyah-beyaz ya da daha doğrusu gri bir hal alıyor. İşte oyun boyunca yapmaya çalıştığımız şey de her adımda yeni bir renk, yeni bir soluk kazanan Gris’e bu yolculuğunda eşlik etmek aslında. Oyun, başta görsel tasarımı olmak üzere her bir detayıyla Gris’in geçtiği evreleri çok güzel bir şekilde resmediyor. Bizlere de bu eşsiz tecrübenin tadını çıkarmak düşüyor.

Mutlaka oynanması gereken oyunlar listesi hazırlayacak olsam, tereddütsüz bir şekilde o listeye yazacağım oyunlardan Gris. Bugüne kadar oynamamışsanız, ilk fırsatta bir şans verin derim.

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

"Kaç gecenin çölüdür bu ayrılık?"

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

Temalı oyunlar serimizde bu sefer de bizleri ayrılığın ve sevilen birini kaybetmenin acısıyla yüzleştiren oyunlardan bir gruba yer verelim dedik. Biraz hüzünlü bir liste olabilir. Ama zaten hayat da öyle değil mi? Gülmek kadar ağlamak da, sevinmek kadar üzülmek de hayatın parçası. Şairin dediği gibi “Ayrılıklar da sevdaya dahil”.

> Ekmek Bulamıyorlarsa Pasta Yesinler – Fransız Devrimi Temalı Oyunlar

Kayıplardan söz edildiğinde akla gelebilecek konulardan birisi “Yasın Evreleri” oluyor haliyle. Psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross, “Yasın Beş Aşaması” ile ilgili çalışmasını 1969 yılında yayınlamıştı. Kübler-Ross, bu çalışmasında ölümcül hastalıklarla karşı karşıya kalan hastaların bu durumla yüzleşme süreçlerini ele alıyordu. Fakat sonraki yıllarda bu yaklaşım sevilen birini kaybetmenin veya ayrılıkların analizinde de kullanılmaya başlandı.

Kübler-Ross; ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen hastaların ilk olarak durumu inkâr yoluna gittiklerini, “Bu benim başıma gelmiş olmaz” şeklinde tepkiler verdiklerini söylüyor. Bunun ardından öfke aşamasına geçiliyor ve “Neden ben?” sorusu sorulmaya başlanıyor. Bir sonraki aşama olan pazarlık aşamasındaysa ölümü geciktirme çabaları ön plana çıkıyor. Sonra sahip olunan her şeyi kaybedeceği fikriyle depresyona giriyor bu kişler. Son aşama ise, kabullenme aşaması.

Özetle “İnkâr-Öfke-Pazarlık-Depresyon-Kabul” şeklinde özetlenebilecek bir süreç bu. Hepimizin hayatında böyle dönemler olmuştur veya olacaktır.

Bakalım ayrılıklar ve kayıplar, oyunlarda nasıl çıkmış karşımıza. Buyurun listemize hep beraber göz atalım. Ekleyeceğiniz oyunlar olursa da her zaman olduğu gibi yorumlarınızı bekleriz.

Arise: A Simple Story

Listenin ilk oyunu Arise: A Simple Story. Adının içinde “basit bir hikâye” ifadesinin geçmesi çok da aldatmasın henüz oynamamış olanları. Evet, basit bir oynanışı var, öyle aman aman şeyler yapmıyorsunuz bu oyunda. Bir miktar zaman manipülasyonu vs. Öte yandan tam anlamıyla kalbe işleyebilecek oyunlardan. Ömrünün son demlerindeki kahramanımız, geçmişe bir yolculuk yapıyor. Farklı mekanları ziyaret edip yıllar önce kaybettiğiniz sevdiceğinizle anılarınızı canlandırıyorsunuz. İçinde aşk, ayrılık, acı, kabullenme olan bir yolculuk bu. Tam da yukarıda bahsettiğimiz yasın 5 evresinden sonuncu aşamaya, kabullenme aşamasına karşılık gelen bir oyun olduğunu söylemek mümkün. En azından ben böyle yorumlamıştım oynadığımda. Siz de bu hikâyeye bir şans verin derim.

Last Day of June

Yine yüreklere dokunacak bir hikayeyle karşı karşıyayız. Yapımcısı “sevgi ve kaybetmeye dair etkileşimli bir öykü” olarak tanımlamış Last Day of June’u -ki herhalde en iyi böyle özetlenebilirdi.

Carl ve June’un çıktıkları bir yolculuk ve bunun sonunda yaşanan trajik bir olay konu ediliyor oyunda. Kahramanımızın Carl’ın biricik sevdiceği June ile son gününü tekrar yaşıyoruz. Gün içinde yaşanan olayları aşama aşama tekrar ediyor, farklı şeyler yapıp günün finalini değiştirmeye çalışıyoruz. Tahmin edilebileceği gibi bizleri duygusal bir final bekliyor.

Oyuna dair hoş bir detayı da bir kez daha paylaşmış olayım. Ovosonico'nun kurucusu ve CEO'su Massimo Guarini, oyunu Steven Wilson'ın 'Drive Home' isimli şarkısından esinlenerek tasarlamış -ki Wilson da oyuna katkı sunan isimler arasında yer alıyor. Şarkının klibini izlerseniz, nasıl bir esinlenmeden söz edildiğini daha iyi anlayabilirsiniz.

Brothers: A Tale of Two Sons

Josef Fares, özellikle TGA törenlerindeki coşkulu halleriyle hafızalarda yer etmiş olabilir ama onu esas önemli kılan bizlere sunduğu güzel oyunlar hiç şüphesiz. Birlikte olmak ve birlikte oynamak ile ilgili gayet güzel örnekler sundu bizlere. Brothers: A Tale of Two Sons da bu oyunların ilkiydi diyebiliriz.

Adından da anlaşıldığı üzere iki kardeşin hikayesini anlatıyor bu oyun. Oyunun hemen başında annelerini kaybeden kardeşler, babalarının ağır bir hastalığa yakalanması sonrasında, onu kurtarabilecek “Yaşam Suyu”nu bulmak üzere bir maceraya atılıyorlar. Bu da onları çok farklı coğrafyalara götürüyor, birlikte zorlu engelleri aşıyor, babalarını kurtarabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Brothers: A Tale of Two Sons, güzel bir platform-macera oyunu. Aynı anda 2 kardeşi yönetmek, bulmacaları el birliğiyle çözmek keyif veriyor. Bunun üzerine bir de duygu yüklü, etkileyici bir hikâye eklendiğinde ortaya akıllarda yer edebilecek bir oyun çıkıyor işte. İster 2013 yılında çıkan orijinal oyunu oynayın ister yenilenmiş versiyonunu, yaşattığı his aynı olacak, emin olabilirsiniz.

Hellblade: Senua’s Sacrifice

Sıra listenin esaslı isimlerinden birisine geldi. Hazır devam oyunu da gelmişken, bir vesileyle ilk oyunu bir kez daha anmadan duramadım.

Hellblade: Senua’s Sacrifice, benim için yeri çok ayrı olan oyunlardan. Evet, eleştirilebilecek birçok şey bulabilirsiniz bu oyuna dair. Kimileri oynanış kısmını zayıf bulabilir, kimileri hikâye anlatımını eleştirebilir. Ama bu durum, Hellblade’in en sevdiğim oyunlar arasında yer aldığı gerçeğini değiştirmeyecek. Bu kısmı “Hellblade: Senua’s Sacrifice’ı Neden Çok Sevdim?” yazısına bırakıyor ve kendisinin bu listede bulunma nedenine geçiyorum müsaadenizle :)

Hellblade, Senua adlı bir Kelt kızının yaşadığı büyük bir kaybın ve bu kayıp sonrasında çıktığı yolculuğun hikayesi. Sevdiği adam, bir Viking baskınında öldürülmüş. Senua da intikam peşine düşmüş durumda. Ama biraz eşelediğimizde aslında bunun salt bir intikam yolculuğu olmadığını görüyoruz. Senua’nın psikozuyla yoğrulan bu hikâyede, tam da yasın evrelerine denk düşecek şekilde, inkarın, öfkenin, pazarlığın, depresyonun ve de kabullenmenin izlerini görmemiz mümkün.

Yeri geliyor Dillion’ı kaybettiğine inanmıyor, yeri geliyor onu öldüren Vikinglere karşı muazzam bir öfkeyle dolup taştığını görüyoruz. Tanrılara yakarıyor, Dillion’ı ölümden geri döndürmeye çalışıyor. Kabilesinde Dillion hariç kimsenin kendisini anlamadığını, olduğu gibi kabullenmediğini hatırlayarak hayal kırıklığı yaşıyor, üzülüyor, depresyona giriyor. En sonunda o dağın zirvesine vardığında artık başka bir Senua olduğunu görüyor, geçmişiyle barışıp yeni bir yolculuğa yelken açtığına şahitlik ediyoruz.

Hellblade’i bir de böyle okumak mümkün değil mi, ne dersiniz?

GRIS

Listeyi, beni en çok etkileyen ve yasın evrelerini de en güzel yansıtan oyunlardan birisi olduğunu söyleyebileceğim Gris ile noktalamak istedim.

Gris’i ne kadar beğendiğimi incelemesinde anlatmıştım aslında. O da yetmemiş, sonrasında “Neden Çok Sevdim?” köşemizde misafir etmiştim kendisini. Dolayısıyla, bu oyuna dair düşüncelerimi şimdi uzun uzun tekrar edip sizleri de sıkmak istemem. Dileyenler gidip oralardan okuyabilirler neden bu oyuna bu kadar hayran olduğumu.

Burada bulunmasının nedeniyse kendisini giriş kısmında elimden geldiğince özetlemeye çalıştığım “Yasın Evreleri” kavramının vücut bulduğu, ete-kemiğe büründüğü bir oyun olarak görmem.

Kahramanımız Gris, oyunun hemen başında büyük bir acı / kayıp yaşıyor ve sesini kaybediyor. Sesiyle birlikte rengini de kaybediyor, dünyası siyah-beyaz ya da daha doğrusu gri bir hal alıyor. İşte oyun boyunca yapmaya çalıştığımız şey de her adımda yeni bir renk, yeni bir soluk kazanan Gris’e bu yolculuğunda eşlik etmek aslında. Oyun, başta görsel tasarımı olmak üzere her bir detayıyla Gris’in geçtiği evreleri çok güzel bir şekilde resmediyor. Bizlere de bu eşsiz tecrübenin tadını çıkarmak düşüyor.

Mutlaka oynanması gereken oyunlar listesi hazırlayacak olsam, tereddütsüz bir şekilde o listeye yazacağım oyunlardan Gris. Bugüne kadar oynamamışsanız, ilk fırsatta bir şans verin derim.

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

"Kaç gecenin çölüdür bu ayrılık?"

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

Temalı oyunlar serimizde bu sefer de bizleri ayrılığın ve sevilen birini kaybetmenin acısıyla yüzleştiren oyunlardan bir gruba yer verelim dedik. Biraz hüzünlü bir liste olabilir. Ama zaten hayat da öyle değil mi? Gülmek kadar ağlamak da, sevinmek kadar üzülmek de hayatın parçası. Şairin dediği gibi “Ayrılıklar da sevdaya dahil”.

> Ekmek Bulamıyorlarsa Pasta Yesinler – Fransız Devrimi Temalı Oyunlar

Kayıplardan söz edildiğinde akla gelebilecek konulardan birisi “Yasın Evreleri” oluyor haliyle. Psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross, “Yasın Beş Aşaması” ile ilgili çalışmasını 1969 yılında yayınlamıştı. Kübler-Ross, bu çalışmasında ölümcül hastalıklarla karşı karşıya kalan hastaların bu durumla yüzleşme süreçlerini ele alıyordu. Fakat sonraki yıllarda bu yaklaşım sevilen birini kaybetmenin veya ayrılıkların analizinde de kullanılmaya başlandı.

Kübler-Ross; ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen hastaların ilk olarak durumu inkâr yoluna gittiklerini, “Bu benim başıma gelmiş olmaz” şeklinde tepkiler verdiklerini söylüyor. Bunun ardından öfke aşamasına geçiliyor ve “Neden ben?” sorusu sorulmaya başlanıyor. Bir sonraki aşama olan pazarlık aşamasındaysa ölümü geciktirme çabaları ön plana çıkıyor. Sonra sahip olunan her şeyi kaybedeceği fikriyle depresyona giriyor bu kişler. Son aşama ise, kabullenme aşaması.

Özetle “İnkâr-Öfke-Pazarlık-Depresyon-Kabul” şeklinde özetlenebilecek bir süreç bu. Hepimizin hayatında böyle dönemler olmuştur veya olacaktır.

Bakalım ayrılıklar ve kayıplar, oyunlarda nasıl çıkmış karşımıza. Buyurun listemize hep beraber göz atalım. Ekleyeceğiniz oyunlar olursa da her zaman olduğu gibi yorumlarınızı bekleriz.

Arise: A Simple Story

Listenin ilk oyunu Arise: A Simple Story. Adının içinde “basit bir hikâye” ifadesinin geçmesi çok da aldatmasın henüz oynamamış olanları. Evet, basit bir oynanışı var, öyle aman aman şeyler yapmıyorsunuz bu oyunda. Bir miktar zaman manipülasyonu vs. Öte yandan tam anlamıyla kalbe işleyebilecek oyunlardan. Ömrünün son demlerindeki kahramanımız, geçmişe bir yolculuk yapıyor. Farklı mekanları ziyaret edip yıllar önce kaybettiğiniz sevdiceğinizle anılarınızı canlandırıyorsunuz. İçinde aşk, ayrılık, acı, kabullenme olan bir yolculuk bu. Tam da yukarıda bahsettiğimiz yasın 5 evresinden sonuncu aşamaya, kabullenme aşamasına karşılık gelen bir oyun olduğunu söylemek mümkün. En azından ben böyle yorumlamıştım oynadığımda. Siz de bu hikâyeye bir şans verin derim.

Last Day of June

Yine yüreklere dokunacak bir hikayeyle karşı karşıyayız. Yapımcısı “sevgi ve kaybetmeye dair etkileşimli bir öykü” olarak tanımlamış Last Day of June’u -ki herhalde en iyi böyle özetlenebilirdi.

Carl ve June’un çıktıkları bir yolculuk ve bunun sonunda yaşanan trajik bir olay konu ediliyor oyunda. Kahramanımızın Carl’ın biricik sevdiceği June ile son gününü tekrar yaşıyoruz. Gün içinde yaşanan olayları aşama aşama tekrar ediyor, farklı şeyler yapıp günün finalini değiştirmeye çalışıyoruz. Tahmin edilebileceği gibi bizleri duygusal bir final bekliyor.

Oyuna dair hoş bir detayı da bir kez daha paylaşmış olayım. Ovosonico'nun kurucusu ve CEO'su Massimo Guarini, oyunu Steven Wilson'ın 'Drive Home' isimli şarkısından esinlenerek tasarlamış -ki Wilson da oyuna katkı sunan isimler arasında yer alıyor. Şarkının klibini izlerseniz, nasıl bir esinlenmeden söz edildiğini daha iyi anlayabilirsiniz.

Brothers: A Tale of Two Sons

Josef Fares, özellikle TGA törenlerindeki coşkulu halleriyle hafızalarda yer etmiş olabilir ama onu esas önemli kılan bizlere sunduğu güzel oyunlar hiç şüphesiz. Birlikte olmak ve birlikte oynamak ile ilgili gayet güzel örnekler sundu bizlere. Brothers: A Tale of Two Sons da bu oyunların ilkiydi diyebiliriz.

Adından da anlaşıldığı üzere iki kardeşin hikayesini anlatıyor bu oyun. Oyunun hemen başında annelerini kaybeden kardeşler, babalarının ağır bir hastalığa yakalanması sonrasında, onu kurtarabilecek “Yaşam Suyu”nu bulmak üzere bir maceraya atılıyorlar. Bu da onları çok farklı coğrafyalara götürüyor, birlikte zorlu engelleri aşıyor, babalarını kurtarabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Brothers: A Tale of Two Sons, güzel bir platform-macera oyunu. Aynı anda 2 kardeşi yönetmek, bulmacaları el birliğiyle çözmek keyif veriyor. Bunun üzerine bir de duygu yüklü, etkileyici bir hikâye eklendiğinde ortaya akıllarda yer edebilecek bir oyun çıkıyor işte. İster 2013 yılında çıkan orijinal oyunu oynayın ister yenilenmiş versiyonunu, yaşattığı his aynı olacak, emin olabilirsiniz.

Hellblade: Senua’s Sacrifice

Sıra listenin esaslı isimlerinden birisine geldi. Hazır devam oyunu da gelmişken, bir vesileyle ilk oyunu bir kez daha anmadan duramadım.

Hellblade: Senua’s Sacrifice, benim için yeri çok ayrı olan oyunlardan. Evet, eleştirilebilecek birçok şey bulabilirsiniz bu oyuna dair. Kimileri oynanış kısmını zayıf bulabilir, kimileri hikâye anlatımını eleştirebilir. Ama bu durum, Hellblade’in en sevdiğim oyunlar arasında yer aldığı gerçeğini değiştirmeyecek. Bu kısmı “Hellblade: Senua’s Sacrifice’ı Neden Çok Sevdim?” yazısına bırakıyor ve kendisinin bu listede bulunma nedenine geçiyorum müsaadenizle :)

Hellblade, Senua adlı bir Kelt kızının yaşadığı büyük bir kaybın ve bu kayıp sonrasında çıktığı yolculuğun hikayesi. Sevdiği adam, bir Viking baskınında öldürülmüş. Senua da intikam peşine düşmüş durumda. Ama biraz eşelediğimizde aslında bunun salt bir intikam yolculuğu olmadığını görüyoruz. Senua’nın psikozuyla yoğrulan bu hikâyede, tam da yasın evrelerine denk düşecek şekilde, inkarın, öfkenin, pazarlığın, depresyonun ve de kabullenmenin izlerini görmemiz mümkün.

Yeri geliyor Dillion’ı kaybettiğine inanmıyor, yeri geliyor onu öldüren Vikinglere karşı muazzam bir öfkeyle dolup taştığını görüyoruz. Tanrılara yakarıyor, Dillion’ı ölümden geri döndürmeye çalışıyor. Kabilesinde Dillion hariç kimsenin kendisini anlamadığını, olduğu gibi kabullenmediğini hatırlayarak hayal kırıklığı yaşıyor, üzülüyor, depresyona giriyor. En sonunda o dağın zirvesine vardığında artık başka bir Senua olduğunu görüyor, geçmişiyle barışıp yeni bir yolculuğa yelken açtığına şahitlik ediyoruz.

Hellblade’i bir de böyle okumak mümkün değil mi, ne dersiniz?

GRIS

Listeyi, beni en çok etkileyen ve yasın evrelerini de en güzel yansıtan oyunlardan birisi olduğunu söyleyebileceğim Gris ile noktalamak istedim.

Gris’i ne kadar beğendiğimi incelemesinde anlatmıştım aslında. O da yetmemiş, sonrasında “Neden Çok Sevdim?” köşemizde misafir etmiştim kendisini. Dolayısıyla, bu oyuna dair düşüncelerimi şimdi uzun uzun tekrar edip sizleri de sıkmak istemem. Dileyenler gidip oralardan okuyabilirler neden bu oyuna bu kadar hayran olduğumu.

Burada bulunmasının nedeniyse kendisini giriş kısmında elimden geldiğince özetlemeye çalıştığım “Yasın Evreleri” kavramının vücut bulduğu, ete-kemiğe büründüğü bir oyun olarak görmem.

Kahramanımız Gris, oyunun hemen başında büyük bir acı / kayıp yaşıyor ve sesini kaybediyor. Sesiyle birlikte rengini de kaybediyor, dünyası siyah-beyaz ya da daha doğrusu gri bir hal alıyor. İşte oyun boyunca yapmaya çalıştığımız şey de her adımda yeni bir renk, yeni bir soluk kazanan Gris’e bu yolculuğunda eşlik etmek aslında. Oyun, başta görsel tasarımı olmak üzere her bir detayıyla Gris’in geçtiği evreleri çok güzel bir şekilde resmediyor. Bizlere de bu eşsiz tecrübenin tadını çıkarmak düşüyor.

Mutlaka oynanması gereken oyunlar listesi hazırlayacak olsam, tereddütsüz bir şekilde o listeye yazacağım oyunlardan Gris. Bugüne kadar oynamamışsanız, ilk fırsatta bir şans verin derim.

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

"Kaç gecenin çölüdür bu ayrılık?"

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

Temalı oyunlar serimizde bu sefer de bizleri ayrılığın ve sevilen birini kaybetmenin acısıyla yüzleştiren oyunlardan bir gruba yer verelim dedik. Biraz hüzünlü bir liste olabilir. Ama zaten hayat da öyle değil mi? Gülmek kadar ağlamak da, sevinmek kadar üzülmek de hayatın parçası. Şairin dediği gibi “Ayrılıklar da sevdaya dahil”.

> Ekmek Bulamıyorlarsa Pasta Yesinler – Fransız Devrimi Temalı Oyunlar

Kayıplardan söz edildiğinde akla gelebilecek konulardan birisi “Yasın Evreleri” oluyor haliyle. Psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross, “Yasın Beş Aşaması” ile ilgili çalışmasını 1969 yılında yayınlamıştı. Kübler-Ross, bu çalışmasında ölümcül hastalıklarla karşı karşıya kalan hastaların bu durumla yüzleşme süreçlerini ele alıyordu. Fakat sonraki yıllarda bu yaklaşım sevilen birini kaybetmenin veya ayrılıkların analizinde de kullanılmaya başlandı.

Kübler-Ross; ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen hastaların ilk olarak durumu inkâr yoluna gittiklerini, “Bu benim başıma gelmiş olmaz” şeklinde tepkiler verdiklerini söylüyor. Bunun ardından öfke aşamasına geçiliyor ve “Neden ben?” sorusu sorulmaya başlanıyor. Bir sonraki aşama olan pazarlık aşamasındaysa ölümü geciktirme çabaları ön plana çıkıyor. Sonra sahip olunan her şeyi kaybedeceği fikriyle depresyona giriyor bu kişler. Son aşama ise, kabullenme aşaması.

Özetle “İnkâr-Öfke-Pazarlık-Depresyon-Kabul” şeklinde özetlenebilecek bir süreç bu. Hepimizin hayatında böyle dönemler olmuştur veya olacaktır.

Bakalım ayrılıklar ve kayıplar, oyunlarda nasıl çıkmış karşımıza. Buyurun listemize hep beraber göz atalım. Ekleyeceğiniz oyunlar olursa da her zaman olduğu gibi yorumlarınızı bekleriz.

Arise: A Simple Story

Listenin ilk oyunu Arise: A Simple Story. Adının içinde “basit bir hikâye” ifadesinin geçmesi çok da aldatmasın henüz oynamamış olanları. Evet, basit bir oynanışı var, öyle aman aman şeyler yapmıyorsunuz bu oyunda. Bir miktar zaman manipülasyonu vs. Öte yandan tam anlamıyla kalbe işleyebilecek oyunlardan. Ömrünün son demlerindeki kahramanımız, geçmişe bir yolculuk yapıyor. Farklı mekanları ziyaret edip yıllar önce kaybettiğiniz sevdiceğinizle anılarınızı canlandırıyorsunuz. İçinde aşk, ayrılık, acı, kabullenme olan bir yolculuk bu. Tam da yukarıda bahsettiğimiz yasın 5 evresinden sonuncu aşamaya, kabullenme aşamasına karşılık gelen bir oyun olduğunu söylemek mümkün. En azından ben böyle yorumlamıştım oynadığımda. Siz de bu hikâyeye bir şans verin derim.

Last Day of June

Yine yüreklere dokunacak bir hikayeyle karşı karşıyayız. Yapımcısı “sevgi ve kaybetmeye dair etkileşimli bir öykü” olarak tanımlamış Last Day of June’u -ki herhalde en iyi böyle özetlenebilirdi.

Carl ve June’un çıktıkları bir yolculuk ve bunun sonunda yaşanan trajik bir olay konu ediliyor oyunda. Kahramanımızın Carl’ın biricik sevdiceği June ile son gününü tekrar yaşıyoruz. Gün içinde yaşanan olayları aşama aşama tekrar ediyor, farklı şeyler yapıp günün finalini değiştirmeye çalışıyoruz. Tahmin edilebileceği gibi bizleri duygusal bir final bekliyor.

Oyuna dair hoş bir detayı da bir kez daha paylaşmış olayım. Ovosonico'nun kurucusu ve CEO'su Massimo Guarini, oyunu Steven Wilson'ın 'Drive Home' isimli şarkısından esinlenerek tasarlamış -ki Wilson da oyuna katkı sunan isimler arasında yer alıyor. Şarkının klibini izlerseniz, nasıl bir esinlenmeden söz edildiğini daha iyi anlayabilirsiniz.

Brothers: A Tale of Two Sons

Josef Fares, özellikle TGA törenlerindeki coşkulu halleriyle hafızalarda yer etmiş olabilir ama onu esas önemli kılan bizlere sunduğu güzel oyunlar hiç şüphesiz. Birlikte olmak ve birlikte oynamak ile ilgili gayet güzel örnekler sundu bizlere. Brothers: A Tale of Two Sons da bu oyunların ilkiydi diyebiliriz.

Adından da anlaşıldığı üzere iki kardeşin hikayesini anlatıyor bu oyun. Oyunun hemen başında annelerini kaybeden kardeşler, babalarının ağır bir hastalığa yakalanması sonrasında, onu kurtarabilecek “Yaşam Suyu”nu bulmak üzere bir maceraya atılıyorlar. Bu da onları çok farklı coğrafyalara götürüyor, birlikte zorlu engelleri aşıyor, babalarını kurtarabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Brothers: A Tale of Two Sons, güzel bir platform-macera oyunu. Aynı anda 2 kardeşi yönetmek, bulmacaları el birliğiyle çözmek keyif veriyor. Bunun üzerine bir de duygu yüklü, etkileyici bir hikâye eklendiğinde ortaya akıllarda yer edebilecek bir oyun çıkıyor işte. İster 2013 yılında çıkan orijinal oyunu oynayın ister yenilenmiş versiyonunu, yaşattığı his aynı olacak, emin olabilirsiniz.

Hellblade: Senua’s Sacrifice

Sıra listenin esaslı isimlerinden birisine geldi. Hazır devam oyunu da gelmişken, bir vesileyle ilk oyunu bir kez daha anmadan duramadım.

Hellblade: Senua’s Sacrifice, benim için yeri çok ayrı olan oyunlardan. Evet, eleştirilebilecek birçok şey bulabilirsiniz bu oyuna dair. Kimileri oynanış kısmını zayıf bulabilir, kimileri hikâye anlatımını eleştirebilir. Ama bu durum, Hellblade’in en sevdiğim oyunlar arasında yer aldığı gerçeğini değiştirmeyecek. Bu kısmı “Hellblade: Senua’s Sacrifice’ı Neden Çok Sevdim?” yazısına bırakıyor ve kendisinin bu listede bulunma nedenine geçiyorum müsaadenizle :)

Hellblade, Senua adlı bir Kelt kızının yaşadığı büyük bir kaybın ve bu kayıp sonrasında çıktığı yolculuğun hikayesi. Sevdiği adam, bir Viking baskınında öldürülmüş. Senua da intikam peşine düşmüş durumda. Ama biraz eşelediğimizde aslında bunun salt bir intikam yolculuğu olmadığını görüyoruz. Senua’nın psikozuyla yoğrulan bu hikâyede, tam da yasın evrelerine denk düşecek şekilde, inkarın, öfkenin, pazarlığın, depresyonun ve de kabullenmenin izlerini görmemiz mümkün.

Yeri geliyor Dillion’ı kaybettiğine inanmıyor, yeri geliyor onu öldüren Vikinglere karşı muazzam bir öfkeyle dolup taştığını görüyoruz. Tanrılara yakarıyor, Dillion’ı ölümden geri döndürmeye çalışıyor. Kabilesinde Dillion hariç kimsenin kendisini anlamadığını, olduğu gibi kabullenmediğini hatırlayarak hayal kırıklığı yaşıyor, üzülüyor, depresyona giriyor. En sonunda o dağın zirvesine vardığında artık başka bir Senua olduğunu görüyor, geçmişiyle barışıp yeni bir yolculuğa yelken açtığına şahitlik ediyoruz.

Hellblade’i bir de böyle okumak mümkün değil mi, ne dersiniz?

GRIS

Listeyi, beni en çok etkileyen ve yasın evrelerini de en güzel yansıtan oyunlardan birisi olduğunu söyleyebileceğim Gris ile noktalamak istedim.

Gris’i ne kadar beğendiğimi incelemesinde anlatmıştım aslında. O da yetmemiş, sonrasında “Neden Çok Sevdim?” köşemizde misafir etmiştim kendisini. Dolayısıyla, bu oyuna dair düşüncelerimi şimdi uzun uzun tekrar edip sizleri de sıkmak istemem. Dileyenler gidip oralardan okuyabilirler neden bu oyuna bu kadar hayran olduğumu.

Burada bulunmasının nedeniyse kendisini giriş kısmında elimden geldiğince özetlemeye çalıştığım “Yasın Evreleri” kavramının vücut bulduğu, ete-kemiğe büründüğü bir oyun olarak görmem.

Kahramanımız Gris, oyunun hemen başında büyük bir acı / kayıp yaşıyor ve sesini kaybediyor. Sesiyle birlikte rengini de kaybediyor, dünyası siyah-beyaz ya da daha doğrusu gri bir hal alıyor. İşte oyun boyunca yapmaya çalıştığımız şey de her adımda yeni bir renk, yeni bir soluk kazanan Gris’e bu yolculuğunda eşlik etmek aslında. Oyun, başta görsel tasarımı olmak üzere her bir detayıyla Gris’in geçtiği evreleri çok güzel bir şekilde resmediyor. Bizlere de bu eşsiz tecrübenin tadını çıkarmak düşüyor.

Mutlaka oynanması gereken oyunlar listesi hazırlayacak olsam, tereddütsüz bir şekilde o listeye yazacağım oyunlardan Gris. Bugüne kadar oynamamışsanız, ilk fırsatta bir şans verin derim.

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

"Kaç gecenin çölüdür bu ayrılık?"

Ayrılık Sevdaya Dahil – Kayıp ve Ayrılık Temalı Oyunlar

Temalı oyunlar serimizde bu sefer de bizleri ayrılığın ve sevilen birini kaybetmenin acısıyla yüzleştiren oyunlardan bir gruba yer verelim dedik. Biraz hüzünlü bir liste olabilir. Ama zaten hayat da öyle değil mi? Gülmek kadar ağlamak da, sevinmek kadar üzülmek de hayatın parçası. Şairin dediği gibi “Ayrılıklar da sevdaya dahil”.

> Ekmek Bulamıyorlarsa Pasta Yesinler – Fransız Devrimi Temalı Oyunlar

Kayıplardan söz edildiğinde akla gelebilecek konulardan birisi “Yasın Evreleri” oluyor haliyle. Psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross, “Yasın Beş Aşaması” ile ilgili çalışmasını 1969 yılında yayınlamıştı. Kübler-Ross, bu çalışmasında ölümcül hastalıklarla karşı karşıya kalan hastaların bu durumla yüzleşme süreçlerini ele alıyordu. Fakat sonraki yıllarda bu yaklaşım sevilen birini kaybetmenin veya ayrılıkların analizinde de kullanılmaya başlandı.

Kübler-Ross; ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen hastaların ilk olarak durumu inkâr yoluna gittiklerini, “Bu benim başıma gelmiş olmaz” şeklinde tepkiler verdiklerini söylüyor. Bunun ardından öfke aşamasına geçiliyor ve “Neden ben?” sorusu sorulmaya başlanıyor. Bir sonraki aşama olan pazarlık aşamasındaysa ölümü geciktirme çabaları ön plana çıkıyor. Sonra sahip olunan her şeyi kaybedeceği fikriyle depresyona giriyor bu kişler. Son aşama ise, kabullenme aşaması.

Özetle “İnkâr-Öfke-Pazarlık-Depresyon-Kabul” şeklinde özetlenebilecek bir süreç bu. Hepimizin hayatında böyle dönemler olmuştur veya olacaktır.

Bakalım ayrılıklar ve kayıplar, oyunlarda nasıl çıkmış karşımıza. Buyurun listemize hep beraber göz atalım. Ekleyeceğiniz oyunlar olursa da her zaman olduğu gibi yorumlarınızı bekleriz.

Arise: A Simple Story

Listenin ilk oyunu Arise: A Simple Story. Adının içinde “basit bir hikâye” ifadesinin geçmesi çok da aldatmasın henüz oynamamış olanları. Evet, basit bir oynanışı var, öyle aman aman şeyler yapmıyorsunuz bu oyunda. Bir miktar zaman manipülasyonu vs. Öte yandan tam anlamıyla kalbe işleyebilecek oyunlardan. Ömrünün son demlerindeki kahramanımız, geçmişe bir yolculuk yapıyor. Farklı mekanları ziyaret edip yıllar önce kaybettiğiniz sevdiceğinizle anılarınızı canlandırıyorsunuz. İçinde aşk, ayrılık, acı, kabullenme olan bir yolculuk bu. Tam da yukarıda bahsettiğimiz yasın 5 evresinden sonuncu aşamaya, kabullenme aşamasına karşılık gelen bir oyun olduğunu söylemek mümkün. En azından ben böyle yorumlamıştım oynadığımda. Siz de bu hikâyeye bir şans verin derim.

Last Day of June

Yine yüreklere dokunacak bir hikayeyle karşı karşıyayız. Yapımcısı “sevgi ve kaybetmeye dair etkileşimli bir öykü” olarak tanımlamış Last Day of June’u -ki herhalde en iyi böyle özetlenebilirdi.

Carl ve June’un çıktıkları bir yolculuk ve bunun sonunda yaşanan trajik bir olay konu ediliyor oyunda. Kahramanımızın Carl’ın biricik sevdiceği June ile son gününü tekrar yaşıyoruz. Gün içinde yaşanan olayları aşama aşama tekrar ediyor, farklı şeyler yapıp günün finalini değiştirmeye çalışıyoruz. Tahmin edilebileceği gibi bizleri duygusal bir final bekliyor.

Oyuna dair hoş bir detayı da bir kez daha paylaşmış olayım. Ovosonico'nun kurucusu ve CEO'su Massimo Guarini, oyunu Steven Wilson'ın 'Drive Home' isimli şarkısından esinlenerek tasarlamış -ki Wilson da oyuna katkı sunan isimler arasında yer alıyor. Şarkının klibini izlerseniz, nasıl bir esinlenmeden söz edildiğini daha iyi anlayabilirsiniz.

Brothers: A Tale of Two Sons

Josef Fares, özellikle TGA törenlerindeki coşkulu halleriyle hafızalarda yer etmiş olabilir ama onu esas önemli kılan bizlere sunduğu güzel oyunlar hiç şüphesiz. Birlikte olmak ve birlikte oynamak ile ilgili gayet güzel örnekler sundu bizlere. Brothers: A Tale of Two Sons da bu oyunların ilkiydi diyebiliriz.

Adından da anlaşıldığı üzere iki kardeşin hikayesini anlatıyor bu oyun. Oyunun hemen başında annelerini kaybeden kardeşler, babalarının ağır bir hastalığa yakalanması sonrasında, onu kurtarabilecek “Yaşam Suyu”nu bulmak üzere bir maceraya atılıyorlar. Bu da onları çok farklı coğrafyalara götürüyor, birlikte zorlu engelleri aşıyor, babalarını kurtarabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Brothers: A Tale of Two Sons, güzel bir platform-macera oyunu. Aynı anda 2 kardeşi yönetmek, bulmacaları el birliğiyle çözmek keyif veriyor. Bunun üzerine bir de duygu yüklü, etkileyici bir hikâye eklendiğinde ortaya akıllarda yer edebilecek bir oyun çıkıyor işte. İster 2013 yılında çıkan orijinal oyunu oynayın ister yenilenmiş versiyonunu, yaşattığı his aynı olacak, emin olabilirsiniz.

Hellblade: Senua’s Sacrifice

Sıra listenin esaslı isimlerinden birisine geldi. Hazır devam oyunu da gelmişken, bir vesileyle ilk oyunu bir kez daha anmadan duramadım.

Hellblade: Senua’s Sacrifice, benim için yeri çok ayrı olan oyunlardan. Evet, eleştirilebilecek birçok şey bulabilirsiniz bu oyuna dair. Kimileri oynanış kısmını zayıf bulabilir, kimileri hikâye anlatımını eleştirebilir. Ama bu durum, Hellblade’in en sevdiğim oyunlar arasında yer aldığı gerçeğini değiştirmeyecek. Bu kısmı “Hellblade: Senua’s Sacrifice’ı Neden Çok Sevdim?” yazısına bırakıyor ve kendisinin bu listede bulunma nedenine geçiyorum müsaadenizle :)

Hellblade, Senua adlı bir Kelt kızının yaşadığı büyük bir kaybın ve bu kayıp sonrasında çıktığı yolculuğun hikayesi. Sevdiği adam, bir Viking baskınında öldürülmüş. Senua da intikam peşine düşmüş durumda. Ama biraz eşelediğimizde aslında bunun salt bir intikam yolculuğu olmadığını görüyoruz. Senua’nın psikozuyla yoğrulan bu hikâyede, tam da yasın evrelerine denk düşecek şekilde, inkarın, öfkenin, pazarlığın, depresyonun ve de kabullenmenin izlerini görmemiz mümkün.

Yeri geliyor Dillion’ı kaybettiğine inanmıyor, yeri geliyor onu öldüren Vikinglere karşı muazzam bir öfkeyle dolup taştığını görüyoruz. Tanrılara yakarıyor, Dillion’ı ölümden geri döndürmeye çalışıyor. Kabilesinde Dillion hariç kimsenin kendisini anlamadığını, olduğu gibi kabullenmediğini hatırlayarak hayal kırıklığı yaşıyor, üzülüyor, depresyona giriyor. En sonunda o dağın zirvesine vardığında artık başka bir Senua olduğunu görüyor, geçmişiyle barışıp yeni bir yolculuğa yelken açtığına şahitlik ediyoruz.

Hellblade’i bir de böyle okumak mümkün değil mi, ne dersiniz?

GRIS

Listeyi, beni en çok etkileyen ve yasın evrelerini de en güzel yansıtan oyunlardan birisi olduğunu söyleyebileceğim Gris ile noktalamak istedim.

Gris’i ne kadar beğendiğimi incelemesinde anlatmıştım aslında. O da yetmemiş, sonrasında “Neden Çok Sevdim?” köşemizde misafir etmiştim kendisini. Dolayısıyla, bu oyuna dair düşüncelerimi şimdi uzun uzun tekrar edip sizleri de sıkmak istemem. Dileyenler gidip oralardan okuyabilirler neden bu oyuna bu kadar hayran olduğumu.

Burada bulunmasının nedeniyse kendisini giriş kısmında elimden geldiğince özetlemeye çalıştığım “Yasın Evreleri” kavramının vücut bulduğu, ete-kemiğe büründüğü bir oyun olarak görmem.

Kahramanımız Gris, oyunun hemen başında büyük bir acı / kayıp yaşıyor ve sesini kaybediyor. Sesiyle birlikte rengini de kaybediyor, dünyası siyah-beyaz ya da daha doğrusu gri bir hal alıyor. İşte oyun boyunca yapmaya çalıştığımız şey de her adımda yeni bir renk, yeni bir soluk kazanan Gris’e bu yolculuğunda eşlik etmek aslında. Oyun, başta görsel tasarımı olmak üzere her bir detayıyla Gris’in geçtiği evreleri çok güzel bir şekilde resmediyor. Bizlere de bu eşsiz tecrübenin tadını çıkarmak düşüyor.

Mutlaka oynanması gereken oyunlar listesi hazırlayacak olsam, tereddütsüz bir şekilde o listeye yazacağım oyunlardan Gris. Bugüne kadar oynamamışsanız, ilk fırsatta bir şans verin derim.

Parolamı Unuttum